01 Ocak 2016



WESTERN KASABALARINDA YUVARLANAN O OTLAR !..

O eski Western filmlerinde hep,
göçmenlerin Doğu’dan Batı’ya yapılan yolculukları anlatılırdı.
O göçmenler hep o yeşil cennet yurdu bulmak için,
tenteli arabalarla bütün Kuzey Amerika'yı Doğu'dan Batı'ya geçerlerdi…

O eski Western filmlerinde hep,
terk edilmiş tozlu kasabalar da vardı.
O kasabaların ana caddelerinde de hep,
rüzgarda yuvarlanan o otlar...

O otlardan biri, galiba bir film çekiminde tesadüfen oradan geçivermiş!
Ve o görüntüyü de Hollywood çok sevmiş olmalı!..
O yüzden o eski Western filmlerinin terk edilmiş kasabalarında hep,
o otlar yuvarlanır durur!
Artık o eski Western filmleri yapılmıyor,
ama o otlar Amerika’da hala yuvarlanıyor…

Hollywood bir asırdır bu iki imgeyi bir araya getiremedi.
Oysa göçmenler gibi o yuvarlanan kurumuş otlar da
köklerinde kopup tohumlarını nemli bir yere bırakmak için,
göç ederler!..
__________________
Hüseyin Kuzu / Kısa-Kısa / Sinema Zamanı

27 Aralık 2015



 “ERTUĞRUL FIRKATEYNİ FACİASI”

Yapılan film hakkında yazanların pişmanlığını okuyunca, meraklıları okumak isteyebilir, sinema eleştirmeleri kullanabilir, diye düşünerek, yıllar önce aynı konu için yaptığım bir ön çalışmayı buraya koymak aklıma geldi. Bu uzun metin dramatik bir öyküleme değil, öykülemeyi yazmadan önce birçok kaynaktan kendime hazırladığım ve Ertuğrul’un yaptığı yolculuğun “tarihi arkaplanı”dır.  Metinden bazı paragrafları ve cümleleri çıkardım. İsimlerin çoğu gerçektir ama akışı bozmamak için bazı kurgusal yan karakterleri de çıkarmadım. H.K.
…………..

Ertuğrul Fırkateyni’nin kaderi, 1889 yılının Şubat ayının ortalarında Osmanlı Sadrazamı Kıbrıslı Kâmil Paşa’nın, Bahriye Nazırı Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa’ya geniş yetkiler veren bir tezkere yazmasıyla çizilmeye başlar. Tezkerede, Uzakdoğu’da yıldızı iyice parlayan Japonya’ya yapılacak bir iade-i ziyaret ve Japon imparatoruna gönderilecek nişan ve hediyeler ile aynı zamanda bahriye öğrenciler için bir eğitim ve araştırma gemisi ve personelinin seçimi için bir uzmanlar heyetinin kurulması istenir. Geminin kimsenin pek dillendirmediği bir görevi de İngilizlerin Müslüman halklar arasında yaymaya çalıştığı, halifeliğin Araplara devredilmesi propagandasına karşı Osmanlı’nın bayrağını uzak denizlerde dalgalandırmak olacaktır. Hüsnü Paşa’nın bir heyet toplamak yerine Ertuğrul Fırkateyni’ni kendisi seçer. Sadaret’e de geminin bir ay gibi kısa süre içinde sefere hazır olacağını bildirir. Fakat Ertuğrul’un seçimi ve sürenin kısalığı beraberinde çeşitli soruları beraberinde getirir.

O günlerde Kasımpaşa’daki Bahriye Nazırlığı’na yakın sahildeki derme çatma kahvelere, özellikle Tokatlının Kahvesi’ne doluşan eski denizciler hararetli tartışmalara başlarlar.  Tartışmalar her geçen gün kuşkuların da artmasına neden olur.  Herkesin kafasını kurcalayan soru, Osmanlı donanmasında daha yeni ve zırhlı gemiler dururken neden bu zorlu yolculuğa Ertuğrul gibi ahşap ve köhne bir geminin seçilmesidir.  Çünkü Ertuğrul 25 yıllık ahşap bir gemidir. Yıllar önce İngiltere’de kısmen modernize edilmiş olsa da 11 yıldır Haliç’te bir dubaya bağlı yatmaktadır!  Tüm karinası midye ve yosun tutmuş, mahzenlerinde fareler cirit atmaktadır!  Gerçi Ertuğrul geçen yıl onarım ve havuz görmüş, özellikle ahşap kısımları yenilenmiştir ama makine ve kazanlarının altına hiç dokunulmamıştır.  Ertuğrul’un bu haliyle okyanusun dev dalgalarıyla boğuşması mümkün değildir.  Eleştirilerini daha ileri götürenler, gemi sağlam da olsa, artık donanmada onu Uzakdoğu’ya götürecek bilgi ve beceriye sahip denizcilerin kalmadığını dahi söylemektedir. 

O yıllarda herkes, donanmayı kısmen modernize eden Sultan Abdülaziz’in 1876 yılında donanma ve diğer ordu komutanlarının kararıyla, hem de donanma gemilerinin saraya çevirdiği toplarının gölgesinde tahttan indirildiğini ve yerine II.Abdülhamid’in geçirildiğini biliyordu.  Aslında birçok alanda reform yapan bir padişah olan II. Abdülhamid ise, Osmanlı-Rus savaşında bozguna uğrayan donanmayı yenilemek yerine, kalan 70 gemiyi Haliç’e kapatmayı tercih etmişti. Padişahın bu kararında, devletin bu maliyetin altından kalkamayacağı kararı olduğu gibi, Abdülaziz’in başına gelenin kendi başına gelebileceği korkusu da vardı. II. Abdülhamid’in bu yüzden Dolmabahçe Sarayı’nı terk edip Yıldız Sarayı’na taşındığı da bu dedikodular arasındadır. Devletin maliyesinin kötü olduğunu bilenler, görevin Ertuğrul’a verilmesinin asıl nedeninin, geminin yelken donanımlı olduğu ve kömür masrafının daha az olacağını söylemektedir. Donanması Haliç’te yatan Osmanlı’nın o yıllarda 7 bin kadar denizci subayı ve eratı bulunuyordu.  Maaşlar da düzenli ödenemiyordu.  Bahriye Nazırı Hüsnü Paşa bu sorunu gemileri hurdaya çıkararak ve herkese maaş tutarı kadar bir senet vererek çözmüştü. Senetlerini alanlar hemen gidip senetlerini Galata’da hurda işi yapan bankerlere bozduruyorlardı.

Tartışmalar sonunda çıkan dedikodular ve Saray’a yapılan jurnaller yüzünden Sadaret ve Bahriye Nazırlığı arasında karşılıklı yazışmalar başlar.  Sadaret, bu arada Bahriye Nazırlığı’na bir yazı yazarak, Japon İmparatoru’na götürülecek nişan ve hediyeler için “dil, usul ve adap bilen” bir komutanının “Ertuğrul”a atanmasını ister.

O yıllarda Osmanlı ve Japonya’nın yakınlaşması uluslararası dengeler için de önemlidir. Haber kısa sürede Avrupa’da da duyulur. O günlerde "Times" gazetesinde Osmanlı’nın Japonya’ya bir savaş gemisi göndereceği haberi çıkar.

Hüsnü Paşa, Saray’ın isteği üzerine gemi komutanlarının seçimine çok önem verir.  Ertuğrul’un komutanı olarak önce Sinop Baskını’nda şehit düşen babasının çok sevdiği ve yardımcılığı yaptığı Bozcaadalı Osman Paşa’nın torunu, kendi damadı ve padişah yaveri Albay Osman Bey’in ağabeyi Albay Mehmet Reşit Bey’i düşünür. Bu haberi duyan Osman Bey ağabeyini tebrik eder. Fakat Ertuğrul ile bir Uzakdoğu seferine çıkmayı çılgınlık olduğunu düşünen Mehmet Reşit Bey tereddüt içindedir ve görevi nasıl reddedeceğini düşünmektedir.  

Mehmet Reşit Bey görevden affını isteyince, Hüsnü Paşa bu kez onun kardeşi ve kendi damadı Albay Osman Bey’i, “Maiyeti Seniyye Yaverliği” uhdesinde kalmak üzere gemiye komutan olarak atar. Albay Osman Bey ağabeyinden küçük olsa da ondan daha üst rütbeli ve başarılı bir subaydır. 

Bu atama Hüsnü Paşa’yı iki açıdan rahatlatır.  Herkesin bildiği birinci neden, cümle aleme, “Bu gemi çok sağlamdır ve dünyanın her yerine gider. Bundan hiç kuşkum olmadığı için damadımı bile gönderiyorum…” mealinde sözler edebilmesi, çok az kişinin bildiği ikinci neden ise kendi kızıdır. Hüsnü Paşa, Sultan Abdülhamid’in isim babası olarak “Hamide” adını verdiği kızını tamamen Batı kültürü ile ve çok şımarık büyütmüştür. Hamide 13 yaşında Tophane Müşiri Zeki Paşa ile evlenmiş ve ondan iki de çocuğu olmuştur. Fakat bundan dört yıl önce bir Cuma selamlığında yakışıklı deniz subayı olan Osman Bey’i görmüş, onu çok beğenmiş ve babasını araya sokarak Zeki Paşa’dan ayrılıp Osman Bey ile evlenmiştir.  Fakat Osman Bey biraz zoraki evlendiği Hamide’nin sonradan görme ve lüks düşkünlüğü yüzünden hep mutsuz olmuştur. Hüsnü Paşa da durumun farkındadır.  Üstelik Hamide son günlerde babasına sürekli, “Uzaklaştır şu adamı başımdan!” deyip durmakta, damadını seven Hüsnü Paşa ise durumu damadına nasıl anlatacağını bilememektedir. Ama damadının bir müddet için İstanbul’dan uzaklaşmasının hem kendisine hem de Hamide’ye iyi geleceğini söylemesi üzerine rahatlar. Gitme fikrini benimsemiş Osman Bey durumu ağabeyine de anlatır.

Ön görüşme için Hüsnü Paşa’yı görmeye giden Osman Bey, ondan 11 maddelik bir talimatname (bütçe, güzergah ve ziyaret prosedürü ve program) alır. Japonya’da imparatorunun gemiyi ziyaret etme ihtimali de düşünülerek, geminin iyice temizlenmesine dekore edilmesine karar verilir.  Hüsnü Paşa bütün hazırlıkların ve seferin kaydı için Osman Bey’e ilk önce bir fotoğrafçıyı işe başlatmayı önerir.  Çünkü Sultan Abdülhamid fotoğrafçılığı çok işlevli bulmakta, görevlendirdiği saray fotoğrafçılarına ülkenin her yerini çektirmekte, diğer ülkelerde çekilmiş fotoğrafları da aldırıp arşiv yaptırmaktadır. Bu önem talimatnamenin 7. Maddesinde; “…Fırkateynde fotoğraf makinesi ile gerekli tab alet ve malzemesi bulundurulacak ve uğranılacak limanların resimleri çekilecektir. Karada, bölgenin incelenmesinden sonra resimler çekilecek veya o bölgenin daha evvel çekilmiş resimleri satın alınacaktır.” diye açıkça belirtilmişti.

Osman Bey fotoğrafçı olarak hemen tanıdığı ressam/ fotoğrafçı Mülazım Haydar Efendi’yi çağırıp görevi ona teklif eder.  Aile fotoğraflarını çektiği için ordunun üst kademe komutanları da Haydar Efendi’yi tanımaktadır. Maceralı da olsa bu görev Haydar Efendi ve yardımcısı er Hayri için bulunmaz bir fırsattır.  Osman Bey onun hemen gidip Süleyman Nutki Bey’i görmesini ister. Haydar Efendi gidip bürosunda Süleyman Nutki’yi görür.  Nutki her limanda çektiği fotoğraflardan birkaç tane kendisine göndermesini ister.

O haftalarda Süleyman Nutki Bey de donanma için güncel haberler veren 15 günlük bir mecmua (Ceride-i Bahriyye) ile ve denizcilik konusunda çağdaş gelişmeleri içerecek aylık bir dergi (Mecmua-ı Fünun-ı Bahriyye  ) diye iki dergi çıkarmayı düşünmektedir. (Osman Bey ve Süleyman Nutki daha önce Osmaniye Fırkateyni’nde topçu yüzbaşısı ve seyir subayı olarak birlikte çalışmışlardır) Nutki bu fikrini önce Osman Bey’e açmış, ikisi birlikte giderek Hüsnü Paşa’yı ikna etmiş, fakat Genel Kurmay yayınların bir fen komisyonu tarafından yönetilmesi ve denetlenmesini istemiştir. Süleyman Nutki komisyona 1. Aza olarak, Vakit Gazetesi Başyazarı Hamit Vehbi Efendi de yayın yönetmeni olarak atanmıştır. Süleyman Nutki dergilerin ilk sayılarını hazırlarken,
Osman Bey’den de “ağır toplar” üstüne bir makale yazmasını rica eder. Bu arada Süleyman Nutki Beyin bir yabancı kılavuz alınması tavsiyesi de pek kabul görmez.

Geminin personel atamalarının yanı sıra yolculukta gerekli alt yapı ve ikmal için de çalışmalar yapılmaktadır. Uğranılacak limanlarda personelin dost ve düşmana karşı mümkün olduğu kadar gösterişsiz giyinmesi istenir. Herkes için ikişer takım fes ve kışlık takım, dörder takım yazlık elbise ve üçer çift ayakkabı verilmesine karar verilir. Açılacak bir ihale ile giysilerin daha ucuza mal edilmesi düşünülür. Personel böylece tahsisattan artan para ile yolculuk için çeşitli hediyelikler alabilecektir. Çamaşırcılar ve fes kalıpçısına da gemide uygun oda hazırlanmaya başlanır.  Yazın, uzun yolculukta etlerin bozulmadan saklanması mümkün değildir,  bu yüzden geminin uygun bir bölümüne beş-on sığır ve koyun alabilecek bir ağıl yapımına başlanır.  Yolculukta hayvanların bakımı ve kesimi için Kasımpaşa Kasaphanesi Amiresi’nden bir kasap da personele dahil edilir. Keza geminin ekmek ve peksimet sorunu da fırının genişletilmesiyle çözülecektir.

Yolculuk için yapılan hazırlıkların en önemlisi teknik eksiklerin giderilmesidir. Ertuğrul seyir komutanlarının elindeki haritalar ancak Osmanlı donanmasının tarih boyunca Hint Denizi’nde gidebildiği yere kadar uzanmaktadır. Oysa bu kez Ertuğrul sınırların çok dışına çıkacaktır. Bunun için Avrupa ülkelerinden haritalar, kılavuz kitapları, hassas aletler ve ölçüm cetvelleri satın alınır. 

Hummalı hazırlıklar biterken Sadrazam Kamil Paşa da Hüsnü Paşa’ya gönderdiği bir tezkere ile padişahtan iradenin çıktığına, bir aksilik çıkmazsa Ramazan Bayramı'nın son günü (4 Haziran 1889) hareket edilmesini, hareket gününe kadar gemideki her tür eksiğin tamamlanıp kontrol edilmesini ister. 

Ve bir akşamüstü gemi teftişe hazır hale gelir. Bir gün Hüsnü Paşa, iki yaveri ve Donanma Dairesi Başkanı Habib Bey ile birlikte, bir heyet olarak ve özel kayığı ile gemiyi teftişe gelir. Gemi tertemiz olmuş, subay salonu yeşil, komutan salonu kırmızı atlas kumaşlarla kaplanmış, pencerelere ipek perdeler ve duvarlara da deniz birliklerinden toplanmış kıymetli tablolar (Bunlardan birisi Mülazım Hüsnü Efendinin yaptığı, fırtınaya tutulmuş “Hüdavendigar”ın resmidir) asılmıştır.  Hüsnü Paşa, Ertuğrul'u pek mükemmel bulur ve Osman Paşa’yı tebrik eder. 

Hüsnü Paşa gemide yediği öğle yemeğinden sonra üst güvertede toplanan subaylar ve personelin teftişine geçer. Fakat toplananlar gerekli sayıdan çok fazladır. Çünkü köhne de olsa Ertuğrul Fırkateyni ile Japonya seferine çıkmak herkes için hem terfi almak, hem de maddi anlamda bir umuttur. Aylardır gemiye uğramayanlar, günlerdir adeta sabah namazından itibaren gemiye demir atmıştır. Ertuğrul'un 25 yıllık emektarı Sağ Kolağası Ömer Efendi Kaptan bu yüzden hayretler içindedir. Oysa birkaç gün öncesine kadar geminin güvertesini temizleyecek beş-on askeri bile zor bulmuştur.  Şüphesiz bunların çoğu hurdaya çıkan gemilerin personeli, Saray’dan torpilli bazı subaylar veya bazı açıkgözlerdir.  Hüsnü Paşa da bunu bildiği için, kimseyi üzmeden herkesi kaydettirip, görünüşü iyi olmayanları ve yaşlıları fark ettirmeden işaretleyerek ayıklar. 

Osman Paşa yolculuk sırasında kendine yardımcı olacak liyakatli subayları listesini Hüsnü Paşa’ya verir. Neden onları istediğini de tek tek anlatır. Verilen isimler arasında; gemi süvarisi olarak Binbaşı Ali Bey Efendi Kaptan, süvari muavini olarak Binbaşı Cemil Bey Efendi Kaptan ve seyir subayı olarak da Deniz Harp Okulu seyir öğretmeni Sol Kolağası Tahsin Efendi Kaptan vardır. Fakat bu subayların rütbelerinin yükseltilmesi gerekmektedir.  Osman Paşa, mürettebat listesinde olmayan ama geziye çıkmak isteyen, dertlerini paylaşabildiği tek yakın arkadaşı Kolağası Eczacı (Tabip) Yusuf Bey Gabay (Yasef Jak)’ın tayinini de gemiye çıkarttırır. Onların yakın arkadaş olduğunu bilen Hüsnü Paşa, Yasef’in gemideki varlığının damadına iyi geleceğini bildiği için bu teklifi memnuniyetle onaylar. Diğer personelin seçimi de yapılır ve kadronun 200 kişi arttırılmasına karar verilir.

Osman Bey’in seçtiği subaylar kısa sürede rütbeleri yükseltilerek onaylanır. Fakat aileleri ve yakın çevreleri bu subayları yolculuğa çıkmaktan caydırmaya çalışmaktadır.  Eşi o günlerde doğum yapmış gemi Süvarisi Ali Bey bunlardan biridir. Mürettebatın seçimi bitmiş olsa da Kasımpaşa kahvelerinde dedikodular sürerken Japonya’dan, karşılama yapmak için,  nişanın ne zaman gönderileceği sorulur.  Birkaç gün sonra da yola çıkış için Padişah iradesi çıkar.

Haydar Efendi, geçen günlerde, Ertuğrul’un kadrosuna seçilen çoğu subaylar gibi Osman Paşa tarafından da konağa çağrılır ve onun aile fotoğraflarını da çeker. O günlerde subayların hepsi sakal bırakmaktadır. Çünkü Bahriye Nazırlığı bu çoğu genç subayların gezi boyunca daha gösterişli gözükmeleri için onlardan sakal bırakmalarını istemiştir.

Osman Bey, Mayıs ayının ilk günlerinden birinde yolculuk için hazırlanmış Ertuğrul’un yelken ve makinelerinin denenmesine karar verir. O gün Haliç’te hafif bir rüzgar esmektedir. Geminin çürümüş cıvadra direğine bağlı üçgen şeklindeki üç küçük yelken aynı anda açılınca, gönder büyük bir çatırtıyla kırılır. Mürettebat yaşanan panikten sonra yelkenler süratle toplamaya çalışırken geminin kıç tarafındaki kazanlar da büyük bir gümbürtü ile patlar.  Etrafa sıcak su ve ateş savrulur. Ertuğrul’a sağlam raporu vermiş kurulun üyesi ve geminin çarkçıbaşısı İngiliz Harty Bey sıcak su ile kötü bir şekilde haşlanır. Harty Bey, rapora kerhen olumlu imza vermiş olsa da haklı çıkmıştır. Canı yanan Harty Bey bir yandan haşlanan yerlerine makine yağı sürerken, bir yandan da kırık Türkçesi ile geminin mutlaka esaslı bir şekilde tamir edilmesi gerektiğini, yoksa bu gemiyle denize çıkmanın intihar etmek olduğunu bir kez daha bağıra bağıra söyler. 

Hüsnü Paşa özel kayığı ile derhal Ertuğrul'a gelir. Durumu yeniden inceler. Kazanların tamiri ve gönderinin değiştirilmesi talimatını verir.  Görüş ve önerilerini dinlemek için de Albay Harty Bey'i huzuruna çağırıp dinler. Fakat Harty Bey’in dediklerini yapmak için altı ay gereklidir.  Saray’a Ertuğrul’un pek yakında seyre çıkabileceğini bildirmiş Hüsnü Paşa onu sorunu büyütmekle suçlar. Samimî başlayan konuşma tartışmaya dönüşür.  Harty Bey görevinden alınıp "İdare-i Mahsusa"nın vapurlarından birisine verilir ve yerine de Albay İbrahim Bey Başçarkçı olarak atanır. Fakat Harty Bey de geçen günlerde boş durmaz ve özel bir rapor yazarak durumu Saray ve Sadaret çevresine bildirir.

Yeniden başlatılan tamirat hızla tamamlanırken, Osman Bey gemide yaşanan iki olay için Bahriye Nazırlığı'na rapor verir.  Herkes gelişmeleri ve söylentileri o günlerde Süleyman Nutki Bey’in çıkarmaya başladığı Ceride’i Bahriye’den okumaya başlar.  Bu arada Ertuğrul’da görev alamamış subaylar da gemi hakkında dedikodu yapmayı sürdürmektedir.  Ama bu söylentiler seçilmiş personeli birbirine daha kenetlenmeye başlar. 

Harty Bey’in raporu ve çıkan söylentiler yüzünden Mabeyn Başkatibi Süreyya Paşa, Hüsnü Paşa’ya bir tezkere daha (22 Mayıs 1899) gönderir. Fakat gururlu bir adam olan Hüsnü Paşa kararını vermiştir. Ona göre Ertuğrul, her şeye karşın büyük yolculuğa hazırdır. Tezkerede ileri sürülen bütün iddialara karşı, teknik heyetleri toplayıp geminin sağlam olduğuna dair yeni bir rapor yazdırıp gönderir ve duyulan kuşkulara kendince bir nokta koyar.  

Sultan Abdülhamid ise son kararını daha vermemiştir. Sadrazam Kamil Paşa, Hüsnü Paşa’yı çağırır ve sultanın son kararını bir Cuma selamlığında öğrenebileceklerini söyler. Ertuğrul’un mürettebatı o gün koşarayak yetişip Cuma selamlığına katılır. Padişah törende Ertuğrul kıtasına göz ucuyla bir kere bakar ve Ertuğrul'un 14 Temmuz 1889 Pazar günü Japonya'ya hareketine irade buyurur. Dönüş yolunda herkes sevinçlidir.  Bandonun sesi artık daha kuvvetle çıkmakta, askerler adımları daha sert yere vurmaktadır. Gidiş için yüzlerindeki endişeli hatlar silinmiş yerlerini kendine güven ve mutluluk ifadeleri almıştır.

Gemi komutanı Albay Osman Bey Cumartesi günü saraya giderek Japon imparatoruna sunacağı Nişan ve hediyeleri Saray’dan teslim alır.  Maliye Nezaretince gemi komutanlığına maaş, ta'yinat ve kanal rüsumuna ait olmak üzere ayrılan 180 kg gelen 25.000 altın lira da muhafızlar eşliğinde gemiye gönderilir.  Yolculuk boyunca bu gemideki altın ve kıymetli her şeyi saray hareminin koruma polisi “Sarıpolis” Osman Bey koruyacaktır.  

Bu arada hazırlanan ağıla kesim için hayvanlar da yüklenir. Kapalıçarşı’ya ısmarlanan giysiler ve Yasef Efendi’nin ecza sandıkları da son anda gemiye yetiştirilir ve yüklenir.

Ertuğrul ertesi sabah yola çıkmaya hazırdır… O sabah herkes yakınlarıyla vedalaşır.  Osman Paşa da hamile eşiyle vedalaşır.  Vedalaşmaların içinde en hüzünlüsü Gemi Süvarisi Ali Bey’in büyük kızı Neyire'yi, kırk günlük ikizleri Mevhibe ile Rauf'u ve otuzunda lohusa yatağında bıraktığı Ayşe hanımla olur.  İlk dergilerini 26 Haziran’da yayınlamış Süleyman Nutki de Osman Bey’i uğurlamaya gider. Osman Bey belli etmese de yolculuk için oldukça huzursuzdur.
Ertuğrul, 14 Temmuz 1889 Pazar günü, 609 mürettebatıyla, İstanbul Dolmabahçe önünden demir alır.  Gemi top atışları ve kalabalık bir halk kitlesi tarafından Ahırkapı fenerini dönünceye kadar uğurlanır. Komutanlar ve mürettebat alçak sesle konuşarak, az da olsa duydukları endişelerini aklıselime çevirmeye çalışır; “Sonuçta biz bu devletin ekmeğini yiyen askeriyiz. Nereye git derse gideriz," derler.
Gemi Yeşilköy açıklarından geçerken, mürettebatın çalışmayan ve başkasarada toplananların endişeli olduğunu fark eden 2. Süvari Yarbay Cemil Bey yanlarına gelip onları selamlayarak, “Ağalar, koca Murat Reis’in türküsünü bilir misiniz?” diye sorar. Cevap alamayınca gür sesiyle aşağıdaki türküyü söylemeye başlar;
Murat Reis’in gemileri seksen direkli / İçindeki tayfalar aslan yürekli, / Enginden bir kuş geldi,/ Kondu gemiye, serene,/ Beş Mısır hazinesi vereyim görene, / Murat Reisin gemileri çamdır dayanmaz / İçindeki tayfalar, ağalar uyur, uyanmaz...
Cemil bey okuduğu kıtadan sonra gür sesi ile mürettebata; Korkmayın aslan evlatlarım korkmayın! Bizim gemimiz Çam ağacından değildir, has abanoz ağacıdır. Kurtlanmaz, çürümez.. Bizler ise uyumayız ki uyanalım. Allah'ın izni ile sağ salim gidip döneceğiz... Sakın ola ki endişeniz olmasın evlatlarım.” diye seslenir. Daha sonra da bir korsan reisinin şu gazelini söyler ;
Atılsın toplar ve kurşunlar, / Çekilsin oklar bir bir, / Bezensin, kızıl kesilsin düşman kanıyla derya, / Duralım kahraman gibi düşmana karşı hışmıyla, / Ateş saçan gemilerimiz tıpkı ejderha. / Tam altmış sene bezm-i vegada olduk amade / Yine amadeyiz cenge Neriman ile biperva
Baş kasarada çıt yoktur. Cemil Bey eğilerek mürettebatı selamlar ve; “Allah yolumuzu açık, pruvamızı neta, rüzgarımızı kolayına etsin" diyerek, kasara merdivenlerinden inerek uzaklaşır.

Gemi Marmara’da yol alırken, Osman Bey çalışan personel dışında herkesi güverteye toplar. Mürettebatın nasıl gruplandırdığını ve görevlerini söyler. Bahriye Nazırlığı’nın gönderdiği talimatnameyi yüksek sesle okutur. Talimatnamede tüm personelin uyacakları kurallar ve davranışlar açık olarak belirtilmiştir. Gemi mürettebatı bütün seyir müddetince gemiyi vardiya usulü sevk ve idare edecektir. Bütün personel dört eşit vardiyaya ayrılmış ve herkesin “role çizelgeleri” nöbet kamaralarına ve köprü üstüne asılmıştır. Komutan Albay Osman Bey, görevinin özelliği dolayısıyla nöbetten muaftır ve her an seyre müdahale hakkına sahiptir. Tek sayılı vardiyalar “sancak vardiya”, çift sayılılara da  “iskele vardiya” diye anılacaktır. Sancak vardiyalarıyla Süvari Yarbay Ali Bey, iskele vardiyalarıyla da Süvari Muavini Yarbay Cemil Bey nöbet tutacaktır. Her vardiya, nöbeti esnasındaki olaylardan sorumludur. Fırkateyn bir limana vardığı zaman, vardiyalardan birisi gemide nöbetçi olarak kalacak, diğeri şehri gezmeye çıkaracaktır. Gemi herhangi bir limanda 24 saatten az kalacak olursa nöbetçi vardiya şehri görmekten mahrum kalacaktır.  Geminin selametle seyrinde sorumlu subayı Sol Kolağası Tahsin Efendi Kaptan bu kuralın dışındadır ve istirahat zamanlarını kendisi tanzim edecektir.  Tahsin Efendi kendisine yardımcı olarak da beş teğmen seçmiştir. Bunların dördü vardiyalara taksim olunmuş, biri de kronometre görevlisi olarak ayrılmıştır.

Ertuğrul ertesi gün Gelibolu önlerine vardığında tüm mürettebat düzenli sıralar halinde güvertede toplanır. Burada 500 yıllık bir gelenek top atışıyla tekrarlanır ve Rumeli’ye ilk geçen komutan olan Süleyman Paşa için saygı duruşu yapılır. İmam Ali Efendi bir Fatiha okur. Ertuğrul, daha sonra Osmanlı egemenliğindeki Ege adaları arasından geçerek Mısır’daki Port Said’e yönelir. 

Ertuğrul artık yoldadır ve herkes ufka doğru bakmaktadır… Osman Bey “bundan sonrası Allah kerim…” derken, bundan böyle deniz üstünde kendi yağlarıyla kavrulmaları gerektiğinin farkındadır.

Mürettebat ve uzman personel içinde nöbet ve vardiya usulü çalışmaktan muaf başkaları da vardır.  Bu yüzden onlara “Has Vardiya” ismi verilmişti.  Bunlar görevlerinin gerektirdiği zamanlarda çalışacak ve her limanda dışarı çıkabilecektir.  Ama onların işleri de diğerlerinden daha az değildi.

“Has Vardiya”dan sayılan fotoğrafçı Haydar Efendi ve Hayri’nin görevi güneşin doğuşundan başlayarak, batışına kadar sürüyordu. Seyir esnasında yapılan meteorolojik ve oşinografik incelemelerin Bahriye Bakanlığı tarafından yayımlanmasına karar verilmiş olduğundan, Haydar Efendi her sabah fotoğraf makinesini köprü üstünün münasip bir yerine kurarak bulutların karakteristik fotoğraflarını alacaktır. Açık denizlerde rastlanabilecek serap ve yansıma olaylarının, uçan balıklar vs., değişik deniz canlılarının resimlerini çekmek, limanlara giriş-çıkışları, ziyaret edilen yerleri, yapılan törenleri ve limanların özellik arz eden yerlerini görüntülemek de onun görevleri arasındadır.

İmam Hafız Ali Efendi de vardiya nöbetine tabi değillerdir. İmam Efendi her gün sabah namazından bir saat önce kalkıp abdest alıyor ve imamet için hazırlıklarını başlıyordu.  Ali Efendi önce köprü üstüne çıkarak seyirdeki geminin “Kıble” yönünü öğreniyor ve hep birlikte namaza duruluyordu.  Namaz vakitleri de değişen coğrafyaya göre hesaplanıyordu. İmam Hafız Efendi ilerleyen günlerde ayrıca duaları, muskaları ve nefesi ile ruhsal hastalıklara da deva olmaya çalışacaktır.   

Vardiya nöbeti olmayan gemi tabibi Albay Hüsnü Bey’in görevi de az değildir. Çünkü bir okul gemisi olan Ertuğrul, hem buhar makineli hem de yelkenli bir gemidir. Bu yüzden geminin ilaç ve tıbbi hizmetleri de buna göre düzenlenmiştir. Palangalara ellerini kaptıranlar, halat düğümlerken avuçlarındaki derileri soyulanlar, gemide görev için koşuştururken sakatlananlar az değildir.  Hasta ve yaralılar sabah çalan “Tabib Borusu” ile çavuşların nezaretinde düzenleniyor, hastalar geminin doktoru tarafından bizzat muayene ediliyordu. 

Revire bitişik olan eczanede ise eczacı Sol Kolağası Yasef Efendi yanık ve sıyrıklar için beyazlı, sarılı merhemler, diğer hastalara da sinameki, zencefil, tarçın, kakule, penciçini gibi bitkilerden, baharatlardan ve tozlardan yararlanılarak ilaçlar yapmaktadır.

Ertuğrul’un seyri, rüzgâr uygun ise yelkenle, hafif ise hem makine hem de yelkenle, karşı rüzgârlarda ve durgun havalarda ise makineyle yapılmaktadır. Makineyle seyirler çok az personel gerektirmesine rağmen, yelkenle seyirler için bir vardiyada 200’e yakın personel nöbet tutmaktadır. Ertuğrul rüzgarını bulursa yelkenle sekiz mil, en kötü durumda ise iki buçuk mil sürat yapmaktadır. Makineler ancak rüzgar tam pruvadan estiğinde çalıştırılmakta, rüzgarın yönü ise hala eski yöntemlere göre tespit edilmektedir. 

İstirahat halinde bulunan subaylar güverte veya subay salonunda vakit geçirmektedir. Harem kadınlarına hat ve ebru dersi veren Sarıpolis Osman Bey burada kendine hemen bir hat ve ebru grubu kurmuştur. Yolculuk dolayısıyla Japonya ve Uzakdoğu konusunda oldukça zenginleştirilmiş kütüphanede kitap okuyanlar, bir köşede iddialı satranç, dama ve domino oynayanlar da vardır.  Geminin sakin seyri sırasında komutanlar da satranç oynamaktadır. Ali Ruhi Bey her iki tarafa da inip çıkmakta şiir okumaktadır. Kâğıt oyunları dinî açıdan, tavla da gürültülü olduğu için yasaktır.  Subay salonunda, Nutki’nin çıkardığı iki derginin ilk sayılarını okuyan Avrupa görmüş bazı subaylar da sık sık dünyanın ve imparatorluğun hali üstüne politik tartışmalar yapmaktadır. Mektep mezunu ve onları çekemeyen alaylı subaylar arasındaki uçurum sefer boyunca giderek açılmaya başlayacaktır. 

Yolculuk boyunca kamaralarına çekilen subayların en büyük meşguliyeti de sessiz bir yalnızlığa bürünüp ailelerine mektup yazmaktı. Çoğu okuma yazma bilmeyen erat ise mektup yazdırmak için okuma yazma bilen erat için adeta kuyruğa giriyordu. Onların mektup yazımı çok daha eğlenceli oluyordu. Çünkü mektupların büyük kısmı adeta anonim oluyordu. Mektuplar toplanıp, bir subay tarafından uğranılan limanlardan geriye gönderiliyordu. Subaylar, erat ve personel Perşembe geceleri de baş mangada toplanıyor, kemençeyle Karadeniz havaları çalıyor, horon tepiyor, birlikte eğleniyordu. 

İstanbul-Port Said arası on günde kat edilir.  Süveyş Kanalı Osmanlı topraklarının ortasında ama İngilizlerin idaresi altındadır.  Gemiden Kanal Şirketi’nin Port Said’deki merkezine gönderilen bir subayla geçiş bilgisi ve sıra numarası alınır. Kanal geçişi sırasında kuzeyden inen gemiler kanalda yapılmış ceplerde bekleyerek, güneyden gelenlere yol vermektedir. Ertuğrul 26 Temmuz'da bir kılavuz alarak 88 millik Süveyş Kanalı'na girer. Fakat ertesi gün Acı Göl’de seyrederken kuma oturur. Suçlu bulunan kılavuz hapsedilir.  Gemiyi hafifletmek için Port Said'den alınan kömür Kanal İdaresi'nin dubalarına boşaltılır ve gemi römorkörlerin yardımıyla tekrar yüzdürülür. Gözaltına alınan kılavuzla yola devam edilir. Ama ertesi gün de bir karşılaşma sırasında kılavuzun tavsiyesiyle sahile bağlanırken rüzgar ve akıntının etkisiyle geminin kıçı sahile sürter. Pervane mili kırılır ve kıç bodoslaması hasar görür. Gemi inşa mühendisi Teğmen Ali Efendi muayene sonucu geminin havuza alınması gerektiğini rapor eder.

Olay, İstanbul’da duyulur. Saray, Bakanlık ve Ertuğrul arasındaki yazışma trafiği başlar, kahvelerde söylentiler yayılır. Osman Bey’e birkaç Subayla Japonya’ya gitmesi ve geminin geri dönmesi önerilir. Ama onuru kırılan personel yola devam etmek ister. 

Gemi havuza ancak 30 Ağustos'ta girer.  Geçen günlerde dalgıçlar pervaneyi denizden zorlukla çıkarırlar.  Geminin havuzda kaldığı uzun süre içinde bütün mürettebat gemi ve kara arasında yaşamaya başlar. Osman Bey, fotoğraf ve İnşaiye ekibi dışındaki mürettebatın gemiden fazla uzaklaşmasına izin vermez.  Ertuğrul havuzdan ancak 23 Eylül'de çıkar. Pek güvenilmediği tamir yerine vardiya usulü değişen bir nöbetçi konur ve Cidde'ye doğru yola çıkılır.

Ertuğrul Kızıldeniz’e girince etrafı köpekbalıklarıyla dolar. Osman Bey personeli toplayıp kimsenin denize uzanmaması veya düşmemesini tembihler. Özellikle tatlı su tasarrufu için mürettebatın iskele tavasında aptes alması da yasaklanır. O yıllarda Kızıldeniz'in doğu sahilleri Osmanlı toprağıdır. Cidde ve Kameron'da birer askeri liman, Konfide'de bir üs ve Hüdeyde'de bir komodorluk şeklinde organize olmuş Kızıldeniz Filosu'nun emrinde kaçakçılığı önlemek için sekiz ahşap gambot ile bir yat vardır.  Bundan sonra uğranılacak limanların çoğu İngiliz ve Fransız sömürgesidir.

Bastıran sıcaklar herkesi bunaltmaktadır.  O günlerde geminin seyir defterini tutmaya başlayan Ali Ruhi Bey giderek zayıflamaya başlar. İştahsızdır. Onun kamarasında gizli gizli içki içtiğini bilen geminin doktoru Albay Hüseyin Hüsnü Bey ona içkiyi yasaklasa da, zaman zaman ateşi yükselen Ali Ruhi Bey’e tam bir teşhis koyamaz.

Ertuğrul, İngiliz egemenliğindeki Aden'e gelir ve burada üç gün ikmal yapar. Gemi deposuna aldığı kömür miktarıyla ancak 900 mil yol almaktadır. Bu yüzden 1400 mil ötedeki Kolombo’ya varması mümkün değildir. Bu yüzden nüfusun yarısı Müslüman olan Bombay’a uğramaya karar verilir. Fakat bu İstanbul’a önceden söylenmez.

Ertuğrul 21 Ekim’de Bombay’a varır.  İlk gün askeri törenlere ayrılır.  Ertesi gün Lahor, Delhi, Allahabad, Ahmedabad ve Haydarabad gibi uzak yerlerden gelen Müslüman halk adeta gemiye hücum eder. Bu ziyaretçi akını herkesin moralini düzeltir.  Gemiyi bir hafta içinde 150.000 civarında ziyaretçi ve 90 kadar mihrace gezer. Müslüman halk gemiye neredeyse kutsal bir yer diye bakar. Karşılıklı davetler ve ziyaretler yapılır. Personel, yabancılar ve basından da büyük takdir alır.  Sefer için su, yiyecek ve kömür ikmalleri yapılır ve 27 Ekim’de Kolombo'ya doğru yola çıkılır.

Ertuğrul Bombay'dan hareket ettikten altı gün sonra akşamüstü baş taraftan su almaya başlar.  Baş bodoslamanın tamamen çürümüş, bazı kaplamaların arası açılmıştır. Mühendis Ali Efendi ve ekibi ziftlenmiş yelken bezi ve talaş kullanılarak delikleri tıkar. Tamir yeri ve filikaların başına da silahlı nöbetçiler konur. Fakat bu uygulamalar herkesin moralini bozmuştur. Alaylı subaylardan bazıları kendi aralarında bu gidişin hiç de hayırlı olmadığını konuşmaya başlarlar.

10 Kasım Cuma sabahı varılan Kolombo’da da geminin tamir olanağı yoktur. Tamirat Singapur’a bırakılır.  Osman Bey geri çağrılamamak için olumsuz durumu Bahriye yerine özel bir mektupla kayınpederi Hüsnü Paşa’ya bildirilir. Gemi personelinin Cuma namazını kılmak için gemiden karaya çıkması, geminin geleceğini duyup, gemiyi liman girişinde karşılayan halkı iyice heyecanlandırır. Ancak Bombay'daki tecrübeler ışığında geminin bir kerede 2.000'den fazla ziyaretçi alınmaması düşünülür. Ama halkın ilgisi önlemleri aşar ve yine büyük bir izdiham yaşanır.  Gazeteler ziyarete başlık atarak duyururlar. Sıcak yüzünden ziyaretçilere şurup dağıtımı yapılır. Bu gelenek daha sonraki limanlarda da sürecektir. Genç bir subay şurupçubaşı olarak görevlendirilir.  İngiliz subayları, Ertuğrul'un subayları ile Bombay'daki Osmanlı başkonsolosu Kadri Bey'e bir yemek verir. İngilizlerin, gemiyi sıcak karşılamasının sebebi,  her inançtan halkın üzerinde iyi bir izlenim bırakmak içindir. Fırkateyn 13 Kasım’da Kolombo’dan ayrılır.

Ertuğrul, Saygon’a vardığında Çin Filosu da oradadır. Bir hafta ikmal yapıldıktan sonra yeniden yola çıkılır. Fakat Çin Denizi’nin ortasında barometre birden düşmeye başlar. Buna bir anlam veremezler.  Tecrübeli olan Süvari Ali Bey harita ve kitaplara bakarak bir tayfunun ortasına düşeceklerini anlar. Tam ortasına düşmeseler de, saatlerce uğraşarak dalgalı denizde fırtına ile uğraşırlar. Gemide her şey birbirine girer. Ali Bey kendisi dümene bizzat geçerek tecrübesiyle gemiyi kurtarır. Fakat gemide büyük hasar vardır. Gemide artan sızıntılar yolculuk boyunca katranlı bezlerle tıkanmaya çalışılır ve sular kovalarla boşaltılır.

Ertuğrul kötü hava şartlarına rağmen toplam bin beş yüz millik seyir yaparak Singapur’a varır.  Osman Bey giderek hastalanmış Ali Ruhi Bey’i bir hastaneye yerleştirir ve komutasındaki subaylarla onu ziyarete gider.  Onu bir Fransız doktora emanet ederler ve dönüşte kendisini alacaklarına söz verirler.  Bu arada Osman Bey iki güzel haber alır. Bir oğlu dünyaya gelmiştir ve Tuğamiralliğe (mirliva) terfi etmiştir. Bu haber üzerine geminin direğine amirallik sancağı da çekilir. Osman Bey artık Osman Paşa’dır. Ayrıca Fırkateynin sağ kolağası Ömer Kaptan da binbaşılığa terfi ettirilmiştir.

Bu arada Osman Paşa ile İstanbul arasında telyazı ile yazışmalar olur. Osman Paşa tahsisatları bittiği için para ister. Bahriye Nezareti sefer uzadığı için kışı orada geçirmelerini tavsiye eder. Osman Paşa’nın istediği kadar olmasa bile Bahriye Nezareti gemiye Londra ve Banker Ohannes Aşiyan Efendi üzerinden ek ödenek gönderir. Osman Paşa çevre Müslüman halkın şikayetlerini ve beklentilerini İstanbul’a bildirir. Konular Meclis-i Vükela'da görüşülür.  Gemi hakkında basında çıkan yazılar tekzip ettirilir.

Ertuğrul, Hong Kong Limanı’na ancak 26 Nisan günü akşam saatlerinde, fırtınalı bir havada ve soğuk bir günde varır. Daha önce rastladıkları Çin Filosuna Amirali, onları top atışlarıyla karşılar ve Ertuğrul mürettebatını filosunun gemilerini gezmeye davet eder.  İngiliz valisi ve komutanlar da onları davet edip ağırlarlar. 

Ertuğrul Hong Kong’tan ayrıldıktan sonra Formoza Boğazı’nı geçinceye kadar güzel havalarda seyreder. Sonra hava yeniden bozar.  Kömürleri de bittiği için Formoza Boğazı’nda günlerce beklerler. Yeniden rastladıkları Çin Amirali onlara 200 ton kömür bulur ve yola çıkarlar.

Uğranılan limanlarda gemiye davetsiz misafir olarak fareler de binmiştir. Yasef Efendinin bildiği alçı ve un karıştırma gibi usullerle onlardan kurtulmak da mümkün değildir. Gemide personel, gemideki 6 bölük denizcinin yanı sıra onlara da “7. Bölük” ismini takmıştır.  Yasef Efendi sonunda Çinlilerden öğrendiği bir yöntemi uygular. Yakalayıp kafese kapattığı fareleri aç bırakır. Yamyamlaşan fareler diğerlerine saldırınca gemideki bütün fareler gemiyi terk eder.

Nagasaki'ye doğru yola çıkmış Ertuğrul kötü hava koşulları yüzünden Foçu'da bekler ve ancak 22 Mayıs'ta Nagasaki'ye, 26 Mayıs’ta da Kobe'ye varır. Osman Paşa orada İstanbul’a prens ile gelen İmparatorluk Sarayı Teşrifat Müdürü’nden bir kutlama telyazısı alır. Müdür, Yokohama’ya ne zaman varacaklarını sormaktadır. Ama bu Osman Paşa için cevabı zor bir sorudur.  Fakat uygun bir rüzgarla, 17 Haziran 1890 günü, tam da telyazı ile  yazdıkları saatte Yokohama önüne varırlar. Burada bekleyen Japon, İngiliz ve Fransız donanması gemileri Ertuğrul’u top atışlarıyla karşılar. Gelen heyetin başkanı, teşrifatçılardan biridir. İlk sözü; “Bir düzenli işleyen posta vapuru da bu kadar dakik olabilirdi.” olur. İstanbul’dan hareket tarihi 14 Temmuz 1889 günü hareket etmiş ve yolculuk 11 aydan fazla sürmüştür.

Yokohama Limanı’na giren Ertuğrul, Osmanlı İmparatorluğunun ilk temsilcisi olarak coşkulu bir kalabalık ve Saray Protokol Müdürü M. Manomiya tarafından karşılanır. Kabul töreninin protokolü konuşulur. 

Saraya gidecek ekip bir gün önce Tokyo’da gider ve İmparatorun emriyle hazırlanmış özel daireye yerleşilir.  Osman Paşa, Saray’da düzenlemiş törende İmparator'a Padişah'ın mektubunu, nişanını ve diğer hediyeleri takdim eder.  İmparator Meiji de, o gece verilen yemekte, Osmanlı nişanını takar ve Osman Paşa'ya "Sulilövan" nişanının büyük kordonu ve yanındaki subaylara da aynı nişanın üçüncü ve daha sonraki rütbeleri hediye eder. Türk heyeti ayrıca İmparatoriçeye de değerli bir gerdanlık sunar.

Ertuğrul komuta heyeti bazı mürettebat daha sonraki günlerde, Prensler, Dışişleri ve Bahriye Bakanları, İngiliz ve Fransız Amiralleri tarafından verilen ziyafetlere katılır ve eğitim ve kürek yarışmalarını izlenir. Basın bu geziye büyük rağbet göstermektedir. Osmanlı heyeti basından birçok övgüler alır.  Osman Paşa da vaktini iyi değerlendirir ve Tokyo'da yabancı devlet elçileriyle resmi temaslarda bulunur.

Ertuğrul’un görevi bitmiştir. Osman Paşa kötü hava koşullarına yakalanmamak için Bahriye Nezareti’ne kışı orada geçirmeyi önerir. Bahriye Nezareti dedikodu çıkmaması için her limanda bir aydan fazla kalınmaması ve kömür masrafından kaçınmak için daha çok yelken kullanarak dönülmesini ister.

Fakat dönüş hazırlığı yapılırken gemide kolera baş gösterir.  Nagaura'da Ertuğrul ile birlikte mürettebat da karantinaya alınır. Ertuğrul, kolera salgınını talihin büyük yardımı ve önceden alınan tedbirlerle 13 ölü ve 37 hasta gibi oldukça küçük bir zayiatla atlatır ve yola çıkar.  Ertuğrul Yokohama'dan ancak 15 Eylül’de İstanbul'a hareket eder. Burada bir ay kalınması planlandığı halde üç ay olmuştur.

Artık Ertuğrul dönüş rotasındadır. İstanbul’dan, aile ocağından, sevdiklerinden, yakınlarından ayrılalı 15 ay gibi çok uzun bir zaman geçmiştir. Geminin baş kasarasında yelkenlerin gölgesine oturmuş vardiya personeli sık sık vatan özlemini dile getiren gemici marşları söylemektedir.

16 Eylül 1890 Salı sabahı hava gayet güzeldir. Fakat öğleye doğru ters bir rüzgâr esmeye başlar ve gemi aniden sarsılır.  Denizin yüzeyinde küçük dalgacıklar adeta kaynamaktadır.  Akşama doğru çıkan rüzgar giderek şiddetlenir ve bir fırtına patlar. Fırtınada güverte tahtaları ayrılmaya başlar ve mizan direği dibe çöker.  Kazan dairesi ve kömürlüğü su basar.  Canhıraş uğraşan tamirciler iş göremez, mürettebat suyu boşaltamaz olur.  Geminin Kobe limanına götürülmesi için Oşima fenerinin bulunduğu burnu geçmesi gerekmektedir. Gecenin ilerleyen saatlerinde fırtına daha da şiddetlenir. Suya batan makine durmuştur. Gemi ve mürettebatı adeta gücünün son enerjisini harcamaktadır. Gemi Kaşinozaki feneri hizalarına gelmiştir. Süvari Ali Bey, hiç olmazsa demirleyerek gemiyi kayaların üzerine gitmekten kurtarmayı düşünür ama başaramaz. Gemi hızla kayalara çarpar ve dağılır.

Ondan sonra geçen saatler tüm mürettebat için bir tam bir kabustur. Çoğu dağılmış geminin yüzen parçalarına tutunsa da karanlık ve dalgalar tarafından gruplar halinde veya tek tek yutulur. Gemiden çok az kişi parçalara tutunarak sahile çıkabilir. Bir kısmı son güçlerini kullanarak ve sürünerek yakındaki deniz fenerine ulaşırlar. Şaşırmış fener bekçileri onların ilk bakımını yapar, karınlarını doyurur.

Kaza yer, ulaşım ve haberleşme açısından yetersiz bir bölgedir.  Ertesi sabah çevredeki köylüler ve yerel idarecilerin olağanüstü gayretiyle kurtulanlara ilk yardımlar yapılır.  Çevredeki köylüler canhıraş bir çaba ile yağmur-çamur demeden ve gece gündüz çalışıp denizden sahile vuran cesetleri toplarlar. Bu çabalar birkaç gün sürer. Kendileri zor yiyecek bulan köylüler adeta kendileri yemez içmez ve kazazedelerin karınlarını doyururlar. 

Kazadan, gemideki 609 kişilik mürettebattan 6 subay, 63 erat ve personel olmak üzere toplam 69 kişi kurtulmuştur. Fenere sığmayan ve çevre sahillerden toplanan kazazedeler bir tapınağa toplanır.

Yakından geçen bir gemi ile önce iki subay rapor vermek üzere en yakın kente götürülür. Kazazedeler haberi alıp gelen bir Alman gemisinin yardımıyla hastaneye nakledilirler.  Olayı duymuş Japon imparatoru da özel bir sağlık heyeti göndermiştir.

Yaralı da olsalar İmam Ali Efendi ve Hayri ölenler için son görevlerini yapmak üzere adada kalırlar.  Toplanmış cesetler toplu bir mezara gömülür.  Ali Efendi İslam kurallarına göre, köylüler de kendi Şinto inançlarına göre ölenler için son görevlerini yaparlar.  Haber yavaş yavaş yörede, İstanbul’da ve tüm dünyada durulmaya başlanır. 

Sağ kalanlar içinde ağır yaralılar olsa da kazazedelerin hepsi kısa sürede iyileşmeye başlar. Geçen günlerde kazazedeler ve özellikle onlara bakan doktor ve hemşireler arasında duygusal bağlar kurulur.

Kazazedeler Japon İmparatoru’nun tahsis ettiği Kongo ve Hiyei isimli Japon kruvazörleri ile İstanbul'a gönderilir. Gemiler, 2 Ocak 1891 günü Dolmabahçe Sarayı önünde İstanbul Limanı'na demirler. Padişah komutanları sarayından kabul edip nişanlar verir. Sağ kurtulanlara da nişanlar verilir.  Subaylar yeni görevlerine gönderilir, erat ise terhis edilir.



19 Ağustos 2015

ÇEMBER YUVARLAK DEĞİLDİR !..


Filmlerde “Önerme”ler
ÇEMBER YUVARLAK DEĞİLDİR !..
veya
“Daralan Mekan ve Genişleyen Zaman”
(Metin Karadağ'a)

Bir şeridin iki ucunu birleştirirsek bir “çember” elde ederiz. Çemberin eklem yerine içeriden veya dışarıdan bir tırtıl koyarsak, tırtıl içeriden ve dışarıdan sadece birer tur atıp eklem yerine varır. Ama şeridi kendi ekseninde bir kez burup iki ucunu birleştirirsek, içi dış, dışı da iç gibi olan bir “mobius dairesi/çemberi” elde ederiz. İster içeriden(!) ister dışarıdan (!) eklem yerinden yola çıkan tırtıl bu kez, hem içeriyi hem de dışarıyı, çemberi iki kez dolaşarak başladığı noktaya gelecektir. 

Mobius dairesini oluşturan şeridi makasla boyundan üçe bölsek, elimizde her biri Mobius dairesi olan üç yapraklı bir yonca olur. Bu şeritlerin her birinde (yukarıdaki çizimdeki gibi) birer tren rayı olsa ve bu raylara bir tırtıl koysak, tırtıla da nerede olursa olsun traveslerin altına girme veya üstüne çıkma şansı versek ve bu matematik teorisini bir film senaryosuna uygulamak istesek, karşımıza birçok dramatik imkan açılır…

Yönetmenliğini Milcho Manchevski’nin yaptığı, 1994/1995 yıllarında birçok uluslararası ödül alan İngiltere/Fransa, Makedonya yapımı, “Before the Rain / Yağmur’dan Önce”nin senaryosu işte böyle bir yapı üstüne kuruludur. Birbirinden bağımsız gibi duran üç öykülü bu filmde, dağılan Yugoslavya’nın artçı ırk, dil ve din çatışmalarını konu edilir. 

Filmin girişinde, bir tepenin üstündeki Ortodoks kilisesinin sebze bahçesinde yaşlı bir rahip, suskunluk yemini eden genç bir rahibe aşağıdaki düzlükte başlayan yağmurun birkaç dakika sonra buraya/bahçeye geleceğini söyler. Ve filmin üç öyküsü başlar… 

İlk öykü "Kelimeler" de , Makedonya'da Ortodoks bir dağ manastırında yaşayan genç rahip Kiril (Grégoire Colin) 'sessizlik yemini' etmiştir ve hiç konuşmamaktadır. Melankolik ve içine kapanık bir genç olan Kiril’ın yaşadığı manastırda diğer din adamları yaşlıdır. Kiril gece odasına döndüğünde, filmin başında birilerinden kaçarak manastıra doğru koşan, saçları kısa kesilmiş bir Müslüman/Arnavut kızı, Zamira'yla karşılaşır. Kız korku içindedir. Çünkü Hıristiyan bir çobanı öldürdüğü ileri sürülmektedir. Biraz sonra Hıristiyan sivil bir çete manastırı ablukaya alıp, çoban akrabalarını öldürdüğünü söyleyerek manastırı didik didik aramaya başlar ama Kiril’i bulamazlar. Kiril de aşık olduğu kızı ele vermez. Fakat yaşlı rahip ikisini ilişkisini fark eder ve ikisinin manastırı terk etmesini ister. Çift ablukayı gizlice geçmeyi ve Üsküp'e gitmeyi planlar. Kiril artık konuşmaya başlamıştır ama iki genç birbirinin dilini bilmemektedir. Yaya kaçan çift daha sonra dağda kızın Arnavut büyük babası ve akrabaları tarafından çevrilir. Büyük baba etnik bir savaş çıkaracağı endişesi ile Zamira'yı acımasızca döver, ama Kiril’i serbest bırakır. Fakat Zamira daha sonra gitmesi için izin verilen Kiril’i takip etmeye kalkınca bir akrabası tarafından taranır. 

İkinci öykü "Yüzler"de Londra'da bir basın ajansının editörü olan Anne ile ajansa bağlı, Pulitzer ödüllü başarılı bir savaş fotoğrafçısı olan Makedonyalı Aleksander birlikte yaşamaktadır. Anne ayrı yaşadığı kocası Nick ile boşanmayı düşünmektedir. Yorgun Aleksander ona birlikte Makedonya'ya gidip orada yaşamayı teklif eder. Kocasından hamile olan Anne ise kararsızdır. Kocasıyla son kez gidip buluştuğu lokantada olay çıkartan bir psikopat, etrafı tarar ve lokantadaki birçok insanın gibi kocanın da ölümüne neden olur. Bu gelişme Anne'nin seçim yapmasını kolaylaştıracaktır. 

Üçüncü öykü "Fotoğraflar"da Aleksander, 16 yıldır görmediği memleketi Makedonya'daki köyüne gelir. Müslüman ve Hıristiyan halkın karışık yaşadığı köyde her şey çok değişmiştir. Alex birinci öyküde manastırı basan akrabaları tarafından ağırlanır. Eski hatıralar konuşulur. Alex’in çocuklar arkadaşları artık birbirlerine düşmandır. Alex eski sevgilisi Hana’nın evlenip boşandığını ama çevre tarafından dışlandığını öğrenince onu ziyarete gitmeye karar verir. Köyün Arnavut/Müslüman kesimine geçer ve onu görür. Hanna'nın kızı da ilk öyküdeki Zamira’dır. Alex geri dönder. Fakat daha sonra Zamira, Alex'in bir kuzenin cinsel tacizine uğrayınca onu öldürür ve gruplar arasındaki çatışmayı resmen başlatır. Alex’in akrabaları Zamira'yı yakalayıp bir ağıla kapatmıştır. Alex, Hana'nın ricası üzerine ağıla giderek onu kurtarır. Birlikte uzaklaşırlarken bir diğer kuzeni Alex'e ateş edip onu öldürür ama Zamira kaçmaya başlar. Alex’in üstüne yağmur yağmaya başlar. Filmin üçüncü ve bu son öyküsü bittiğinde ovada başlayan yağmur birinci öyküde rahibin “biraz sonra burada olur” dediği yağmurdur. Zamira da civardaki manastıra doğru koşmaktadır. 

Klasik film anlatımında öykülemenin zamanı rahatça bulunabilir ve bu zaman genellikle 90 dakikalık filmsel zamana sığdırılır. Fakat “Yağmurdan Önce”nin öykü zamanını kestirmek güçtür. Öyküleme zamanı imgesel bir yankılandırmaya yükseltilip adeta birkaç (ovada Alex’in ölümü ve Zamira’nın koşusu ve ovada başlayan yağmurun manastıra gelişine kadar) bir mekan arasında ve birkaç dakika içinde askıya alınmış gibidir. Seyircinin bu imgesel zaman karşısındaki durumu ise tırtılın boyundan üçe bölünmüş şeritlerin hem içini hem dışını dolaştığını fark etmeden çıkışa gelmesi gibidir. 

Mobius çemberi şeritleri üstündeki tırtılın, nerede olursa olsun traveslerin altına girme veya üstüne çıkma şansı "Yağmurdan Önce” filminde görüntü ve ses alıntıları olarak ortaya çıkar. Fakat bunlar da birer imgesel yankılandırma ile donanmıştır. Çünkü onlar da artık hem flashback’tir hem de değildirler. Yine de üç öykülemede kullanılmayan (görülmeyen) ama öyküleme zamanına ait parçalardır.

Birinci öyküdeki cenaze töreni aslında Alex’in cenazesidir ve ikinci öyküde görülecek Anne de uzakta durmaktadır. Anne adeta gelecekten geçmişe alıntılanmıştır. Birinci öyküde çekilen Kiril’in fotoğrafları ikinci öyküde Anne’in önündedir. Öykü zamanının boşluklarında Alex’e ulaşmaya çalışan Kiril’in telefondaki sesi maalesef dil bilmeyen kadın tarafından yerine ulaşmaz. Ulaşsaydı herşey farklı da olabilirdi, vs. vs…

“Yağmurdan Önce” filminin ikinci öyküsünde, 
bir binanın duvarında,
“Çember Yuvarlak Değildir” diye,
filmin önermesinin sadece başı yazar. 
Bu yarım cümle tıpkı filmim anlatımı gibi bir sorunsaldır, 
“Çünkü çember Mobius Çemberi'dir!”

01 Eylül 2014

SiS - SisyphoSinema : “ÖZ BAĞIMSIZ" SİNEMALAR !..

SiS - SisyphoSinema : “ÖZ BAĞIMSIZ" SİNEMALAR !..: “ÖZ BAĞIMSIZ" SİNEMALAR !.. Tıpkı otobüs firmaları gibi, Ne çok “öz bağımsız” sinemacı var bu ülkede… Bu konuda sayfalar...

“ÖZ BAĞIMSIZ" SİNEMALAR !..


“ÖZ BAĞIMSIZ" SİNEMALAR !..

Tıpkı otobüs firmaları gibi,
Ne çok “öz bağımsız” sinemacı var bu ülkede…

Bu konuda sayfalarca yazı yazdım ama
Sundance’ın bir şubesini açmak için,
iki yıl önce iki-üç günlüğüne İstanbul’a gelen
Robert Redford kadar kısa ve öz ifade edemedim durumu.
Mealinde yazıyorum;
“Ohoo, sizin bütün sinemanız “bağımsız” olmuş!
Sizin asıl sorununuz bir ana mecranızın olmaması aslında!..”
Doğru...
ABD veya Batı’da bir bağımsız sinemacı,
filmini çekip bitirdikten sonra,
ana mecra (tekellerin) kurduğu film işletme ağına,
filmini götürmeyi düşünmez bile…

Ama bu ülkede,
filme başlarken “bağımsız!”
belki de bu yüzden senaryosunu işletmeye götürmeyen,
ama film bittikten sonra işletme filmini almayınca da
basını çağırıp,
“Bunlar bin zahmetle çektiğim filmimi salonlara almıyorlar” diye,
basına demeç veren ne çok bağımsız(!) sinemacı var!..  

Basın yazmıyor ama ben biliyorum
işletmecilerin bu demeçler için içlerden,
“Ulan çekerken bana mı sordun?” dediğini…
Ama bağımsızlar(!) daha da ileri gidip
artık işletmelere filmini bile götürmeden,
ama hala gözleri orada,
“Ben zaten filmimi bu işletmelere vermeyeceğim” derken,
işletmecinin yine,
“Ulan bedava koysam yine seyirci gelmeyecek ki..”
dediğini duyar gibim…

N’olacak bu bağımsız sinemacıların hali?!..
Çünkü biliyorum ki artık ipler hepten koptu.

İş böyle olunca “bağımsız” olmanın ölçütü ne diye sorulmalı...
Eskiden ekonomiydi…
Ama artık ekonomi olmadığı kesin…
Çünkü maliyetler kurtarmasa da  
filmler yapılmaya, ödüller verilmeye,
ünlü sinemacı ilan edilmeye devam ediliyor!..
Ve bu çarkın nasıl döndüğü bilinçte aşılamazsa eğer,
bu düzen böyle sürecek ve
sonucun suçu işletmelere, 
veya “bir şey”lerin üstüne atıp,
aslında seyirciye gerek olmayan,
nasıl bir zihinsel “bağımlılık” çarkının döndüğü,
sorusu hep ortada kalacak!..
____________________

Hüseyin Kuzu / Kısa-Kısa / Sinema Zamanı

14 Haziran 2014



TV FİLMLERİ ÜSTÜNE

Yaygın anlayış ve üretimde, sinema sanatını sinema salonları için yapılan filmler temsil eder.

Fakat tüm dünyada ve televizyonların yaygınlaşmasından sonra, sinema salonlarında oynamayan ve sadece TV kanallarında gösterilen TV filmleri de yapılmaya başlandı.  

Genel olarak (popüler filmlerin dışında!) sinema salonları için yapılan her filmi kendi çapında “sinema sanatı” açısından değerlendirmek gerekir. Fakat TV (hatta DVD sektörü) için yapılan filmlerin böyle bir iddiaları yoktur.

TV filmlerini, sinema salonu vizyonunu tamamlayıp, TV kanallarında gösterilen filmlerle karıştırmamak gerekir. Güncel olarak, geceleri TV kanallarımızda oynayan filmlerin hepsi, çoğunluğu ABD’de olmak üzere, gelişmiş Batı ülkelerinde üretilen TV filmleridir.

Bu ülkelerde, TV filmleri sektörü de oldukça büyük bir sektördür.  Bu filmler genellikle Pay-TV kanalları tarafından yapılır veya yaptırılır. Hatta bazıları ABD içinde küçük bazı salon zincirlerinde de gösterilir. Batı ülkelerinde TV filmleri genç sinemacılar için bir okul gibidir.

Drama açısından, sinema ve Tv filmleri arasından bazı küçük farklar vardır. Bunlar dramatik unsurlardan çok, yapılacak filmin gösterim biçimi ve seyirci ile ilgilidir.

-          TV filmleri genellikle, TV seyircisi gözetilerek, daha dar kadro ile ve daha düşük bütçelidir. 
-          Şüphesiz düşük bütçeli sinema filmleri de vardır. Fakat TV filmleri hem düşük bütçeli hem de geniş TV seyircisi gözetilerek yapılır.


Ülkemizde TV filmlerinin düzenli yapılmamasının birkaç nedeni var;

1-    TV kanalları 80-90 dakikalık bu filmlere TV dizilerinin bir bölümü kadar bile para ayırmamaktadır.
2-    TV Kanalları bu filmlerin mülkiyetinin hem kendisinde olmasını istemekte, hem başlangıçta hem de gösterim sonunda düzenli para ödememektedir. Dolasıyla bu tür yapımlar, aracı yapımcılar için düşük kar marjlı, cazip olmayan, hatta risklidir.
3-    TV kanallarımız, aslında TV filmleri yapmaya eğilimli olmalarına rağmen yapamamaktadırlar. Bunun asıl nedeni reklamcılar ve seyirciye edindirilen alışkanlıktır. Çünkü TV seyircileri periyodik dizilere fazla alışmıştır. Reklamcılar da garanti gördüğü dizilere reklam vermekte, riskli yerlere(!) reklam vermek istememektedirler.

Ülkemizde TV kanalları ve aracı yapımcılar zaman zaman, düzenli bir TV filmleri kuşağı oluşturmak için işe girişmiş fakat birkaç film sonunda geri çekilmiştir. Bunun nedeni ülkemizde hala TV filmi dramasının ne olduğunu her iki tarafın da pek kavrayamamış olmasıdır. Çünkü taraflar (TV kanalları, Yapımcılar, hatta senaristler!) çoğunluk düşük bütçeli sinema filmi ile TV filmini birbirine karıştırmaktadır.  Şimdilerde TRT de TV filmi yapmaya soyundu. Umarım bir kez daha aynı yanlışlar tekrarlanmaz.

Hüseyin Kuzu


NOT : Bu yazı, yazarı ve alındığı yayın yeri belirtilerek, dileyen herkes tarafından, ticari kullanmamak koşuluyla, izinsiz olarak yayınlanabilir veya bir kısmı alıntılanabilir.