09 Aralık 2012

NEDİR BU TÜRK SİNEMASI’NIN "GENÇ TÜRK SİNEMALARI"NDAN ÇEKTİĞİ !?...


Ne zaman Türk Sineması yazınında sık sık görülen ‘Genç Türk Sineması’ diye bir başlık okusam Can Yücel gelir aklıma... Olay, bir filmin (adı önemli değil) galasında geçti. Film salonda gösterilirken, biz filmi daha önce gördüğümüz için, ziyaretine gittiğim bir sinemacı arkadaşımla birlikte salonun fuayesinde oturuyorduk. Yaklaşık ya
rı...m saat sonra, Can Yücel salonun çifte kapısını öfkeyle iterek dışarı çıktı. Galiba biraz çakırkeyif idi. Sağına soluna bakındı. Arkadaşım ona daha yakın olduğu için “N’oldu, Can abi?” dedi. O da yönetmenin ilk adını verip, “Çabuk, ...’yi bulun bana, dövücem!” dedi. Sonra birlikte fuayede oturup, kahve içerek sinema konuşmaya başladık. Öfkesi geçmiş olan Can Yücel de filme neden öfkelendiğini kısaca anlattı. Söylediği mealen şuydu, “Türk sineması, 1960’dan beri içgöçü anlatır. O filmlerin bazılarında Anadolu’dan gelen her insanlar da mutlaka Galata Köprüsü’nden geçmeye çalışır. Zor bela da olsa karşıya geçer. Sonuçta gerçekçidirler. Galata Köprüsü o filmlerde İstanbul için motiftir. Peki bu genç sinemacılar? Bu gençler habire, bu yamalı bohçalara (filmlere!) şimdi köprü diye Boğaz Köprüsü’nü dekor diye koyuyorlar... Olgular değişse de kafalar ve yöntem hiç değişmiyor!” O zamanlar biz gençtik ve o gün O’nun yöntem ve post-modernizm eleştirisini yıllar sonra anladık!

Gelelim asıl sorumuza... Peki, gerçekten sık sık ileri sürülen ve “ekol” imiş gibi ileri sürülen şu ‘Genç Türk Sineması’ başlığı ne menem bir şeydir? Sinema ile biraz ilgili herkes bilir ki ‘ekol’ deyince, Fransız ‘Yeni Dalga Sineması’, İtalyan ‘Yeni Gerçekçilik’ vb. ekoller vardır. Peki onlar sinema tarihine ancak bir-iki tane ekol sokabilirken biz nasıl oluyor da 3-5 yılda bir ekol diye bir grubu ortaya çıkarıveriyoruz. Veya “mış” gibi yapıp onları ekol tanımına yakın anlamlarla konuşuyor ve haklarında sayfalarca yazı yazıyoruz. 

Galiba bu adlandırmanın altında aceleci bir “ekol” (veya “akım”) keşfetme mantığı var? Bunlar genellikle 3-5 yılda bir ortaya çıkmış, filmleri hiç de birbirine benzemeyen, sadece tanımdaki “genç” sıfatını uygun düşen bir küme/grup sinemacı oluyorlar. Daha sonra yazılan sinema tarihi kitaplarında da, “yine o yıllarda ortaya çıkan bazı genç sinemacılar...” diye satır aralarında geçiştiriliyorlar. 

Sözlükler “Ekol” sözcüğünü, bir topluluğa; “Bir bilim ve sanat kolunda ayrı nitelik ve özellikleri bulunan yöntem veya akım, okul,” diye veya bir kişiye bağlı; “Fikir üzerinde işleyen bir nevi mektep, bir üstadın talebeleri, bir üstadın mesleği, tarzı” diye tanımlıyor. Evet ama sözlük neyin/nelerin “ayrı nitelik ve özellikleri” olduğunu bize söylemiyor! 

Rus eleştirmen Boris Tomaşevski ekol tanımına, “aynı anda aynı (toplumsal) motifleri bir arada kullananlar” diyerek, ne’lerin bir ekolü bir arada tutan şeyler olduğuna bir cevap vererek, tanıma bir adım daha attırıyor. Biz de Tomaşevski’nin bu tanımını, sözlük tanımlarıyla harmanlayarak, “birilerinin, diğerlerinden farklı ve nitelikteki (edebi/sinemasal buldukları!) motifleri, aynı anda ve benzer bir biçimde bir arada kullanması…” diye bir tanım yapabiliriz. Fakat bunu da biraz açmak gerek… Mesela şu “birileri” kim? Birileri mi önemli, yoksa birilerinin birbirleriyle kurduğu nitelikli bir çevre/ortam mı?

Fransız yönetmen Jean Renoir, 1939 yılında Fransız sinema sektörünün ağır yaptırımlarından bunalıp Centro Sperimentale’de ders vermek ve bir film çekmek için İtalya/Roma’ya gidiyor. Renoir oraya varınca bir grup genç İtalyan genç sinemacı O’nu gökten düşmüş bir nimet gibi karşılıyor. Peki bu bir grup kim? Kim olacak, o sırada faşizmin kontrolü altında Cinecitte stüdyolarında çalışan ve daha sonra “Bisiklet Hırsızı” vb. filmleri yapacak olan Yeni Gerçekçiler! Faşizm o sırada sokaklarda rap rap yürürken onlar da orada geleceğin sinemasının temellerini atıyorlar! Bakın Jean Luc Godard Fransız Yeni Dalga çevresini nasıl anlatıyor; 

"Tek toplanma yerimiz orasıydı; orada en çok zamanını geçiren de bendim. Saat iki oldu mu Cahiers'ye gidiyorduk, sonra sinemaya, akşam yine oraya dönüyorduk. Lydie Mahias ve Doniol-Valcroce ile çok uzun süre abonelerin paketlerini yaptık; onlar paketleme işini hala severek yapıyorlardı. Ötekiler için bunlar kıytırık işlerdi. Rohmer bazen, yüklü sipariş olduğunda yardım ediyordu, ama ben muntazam her ay yapıyordum." (J. L. Godard, “Godard Godard'ı Anlatıyor.” Metis Yay. s.14)

Bu kısa alıntıda, yukarıdaki tanımındaki öğelerin birbirleriyle kurduğu “nitelikli” ilişkilerin hepsi var. Bir üstat (Eric Rohmer), ayrı ve farklı bireylerden oluşan bir grup, bir çevre ve bir tartışma ortamı… Hem seyrediyor, hem tartışıyor, hem yazıp çiziyor ve dergi çıkarıyor, hem de dergi paketliyorlar! Daha sonra da film çekmeye başlayacaklar! Bu arada fondaki “68 Hareketi’ni, onların entelektüel birikimleri ve tartışma ortamını da hiç hafife almamak gerek. Hem kendi kendini, hem karşındakini, hem de sonuna kadar giden bir eleştiri anlayışını… 

Godard kitabında bir başka yerde (mealen anlatıyorum) yaptıkları sinema için “bir şeylerin eksik ve soğuk olduğunu” söylüyor. Bunun nedeni olarak da, o kadar birlikte oturup kalktıkları halde, bazen içlerinden birisi çok üzgün geldiğinde, (mesela sevgilisinden ayrılmış!) çok şaştıklarını söylüyor. Dolayısıyla o kadar yakın yaşadıkları halde birbirlerine karşı pek samimi olmadıklarını ve bunun da yaptıkları filmlerdeki karakterlere yansıdığını söylüyor. Yaşadığına ve yaptığı filme bu kadar nesnel bakmak da budur herhalde!..

Godard kitabın bir başka yerinde çok güzel bir eleştiri örneği veriyor. Kendisi, bir gün arkadaşı François Truffaut’un film çektiği kente gidiyor. Niyeti o gece bir arkadaşı ile buluşup, ertesi gün Truffaut’u görmektir. Fakat o gece kentin karanlık meydanında arkadaşını beklerken, Truffaut da o sırada çektiği filmde oynayan bayan aktris ile onun gözleri önünden meydanı geçip, karşıdaki lokantaya giriyor. İkisinin gözleri hiç karşılaşmıyor ama Godard O’nun da kendisini gördüğünden çok emin. Godard, ihtimal Truffaut ve bayan oyuncunun bu ilişkiyi set çalışanlarından sakladıklarını düşünüyor. Çünkü daha sonra seyrettiği Truffaut’un filminde kahramanın lokantaya giriş planın olmadığını görüyor! Godard bu zihin karışıklığı için oturup arkadaşına uzun bir mektup yazıyor. O da uzun ve kızgın bir mektupla cevap veriyor, bir süre konuşmuyorlar. Bu ne yakın bir takip ve ince bir eleştiridir!.. (Türk Sineması’nda sektör içinde eleştirinin kalkması için bkz: 

Zorunlu olarak yabancı örnekler verdim. Gelelim bizim sinema yazınımız içinde ortaya çıkan (veya çıkmayan!) Genç Türk Sinemalarına…

Zamanında bu tür bir takdim furyası yoktu ama Türk Sinema Tarihi içinde “Ara Dönem” diye dönemleştirilen sinemacılar da zamanında pekala Genç Türk Sineması diye takdim edilebilirlerdi! 

Bizde, yukarıda verdiğim Batılı örneklere oldukça yaklaşan iki örnek var aslında… Birlikte oturup kalkan, tartışan, yazıp çizen ve film çeken; “Ulusal Sinemacılar” bunların ilki. Her ne kadar, onlar kendilerine “Ulusal Sinemacı” adını vermiş olsa da veya başkaları onlara “Genç Türk Sineması” dememiş olsa da, (filmlerini beğensek de beğenmesek de, başarılı olup olmadıkları ayrı bir tartışma konusu) onların oturup kalkma biçimi “ekol” tanımına uygundur. Ulusal Sinemacılar’ın, bir tarafta edebiyat, diğer tarafta Asya Tipi Üretim Tarzı’nı tartışan tarihçi ve iktisatçılarımızla bu yakın temasına akademik sinema yazınımız hala hakkını vermemiştir. Ulusal Sinemacılar için birkaç anekdot anlatmakta yarar var. 

Belki başlangıçta, “Cahiers du Cinema” gibi bir dergi merkezleri yoktur ama Halit Refiğ anılarında, soğuk bir odayı uzun tartışma gecesine hazırlamak için gece nasıl sokağa çıkıp gizlice çöp kutularının tahta kapaklarını toplayıp (o zamanlar öyleymiş!) sobada yaktıklarını anlatır. Çünkü üstatlar gelecek ve onlarla oturup bilim/kültür/sanat sohbetleri yapacaklardır! 

Zamanında, Milli Türk Talebe Birliği’nde (sonradan kitap olarak da basılmış) ünlü bir oturum vardır. Sinemacılar sahnede talebeler koltuklardadır. Panel bittikten sonra sinemacılara gelen soruların büyük çoğunluğu tarihtendir. Hatta bundan biraz sıkılan Metin Erksan sonunda, biraz da sinema için soru sorulmasını ister!

Onlar bir ekol gibi oturup kalkmış ama bir film külliyatı bırakmamış olabilirler. Kemal Tahir, kendisini Şekspir ile bir tutan müridi Halit Refiğ’in “Haremde Dört kadın”ı da beğenmemiş olabilir. Ama sonuçta onlar, ulusal bir sinema ekolü yaratmak için tartışmış, yazılar yazmış, filmler çekmiş entelektüel sinemacılardır. Zamanında Milli Türk Talebe Birliği’ndeki bir panelde Metin Erksan, sürekli tarih sorusu yanıtlamaktan şikayet eder ve ‘biraz da sinema için soru sorsanız’ der. Öyle ki, sinema yazarı Tuncan Okan’ın (özel bir sohbetimizde!) bana dediği gibi, (mealen aktarıyorum); “Öyle enerjik idiler ki, özellikle edebiyatçılarımızı hazırlıksız yakaladılar ve onlara öyle hırçın saldırdılar ki, edebiyat ile sinemamızın bağı o zaman koptu!” 

Ulusal Sinemacılar, zamanın Yeşilçam sektörü içinde yönetmen/yapımcı duyarlılığıyla sinema yapıyorlardı. Zaman içinde daha çok taviz vermedikleri için de çoğu sinemayı bıraktı. Hep birlikte TRT’ye gittiler ama orada da pek taviz vermediler. Talihsizlik odur ki, içlerinde en devletçi olan Halit Refiğ’in TRT’ye çektiği “Yorgun Savaşçı” bile zamanın Milli Güvenlik Konseyi tarafından yakıldı! Bu ekol, daha sonra, sonunda kadar devam eden Halit Refiğ dışında, zamanın Sinema TV Enstitüsü’ne çekilerek kendini eğitime adadı. 

Zamanında Ulusal Sinemacıların karşısında, yine onların adını koyduğu “Sinematekçiler” de (bir ekolden çok) bir “çevre” olarak değerlendirilmelidirler. Bu grup, zamanın sinematek derneği çevresinde toplanan, ağırlıklı sinema üzerine yazdıklarıyla, Ulusal Sinemacılarla sonuna kadar tartışan bir gruptur. Kendileri film çekmemiş olsa da, daha sonra sinema eleştirisinin bütün köşe başlarını tutan sinema eleştirmenleri ve 1980 sonrası ortaya çıkan ilk yönetmen/yapımcı sinemacılar ya bu çevreden çıkmış ya da bu çevreden etkilenmiştir. 

Sinematek ekolü, sinematek kapandıktan sonra, kısa süren “Balkan Sinema Günleri”ni daha sonra “İstanbul Sinema Günleri”ne çevirdi. Daha sonra sermaye ve sponsor ilişkilerini geliştirip vakıflaşarak şimdiki İstanbul Film Festivali’nin temellerini attı. 

“Ulusal Sinemacılar” ve “Sinematekçiler”, karşılıklı birbirlerini de belirleyen, sinema tarihimizin entelektüel ilk (ve son) iki büyük rakip ekol/akımıdırlar. Bir yandan Asya Tipi Üretim Tarzı’nı diğer yandan Marx’ı okuyan, ulusal ve enternasyonal bir sentez peşindeydiler. Onlar, aktif olarak 1960 sonrasından 1975’lere kadar, pasif olarak her zaman ezeli rakipler olarak kaldılar. Yeni nesiller onların bu rekabetini pek bilmiyor. Rekabet 1990 ortalarındaki bir gece, ATV’deki ‘Siyaset Meydanı’nda Halit Refiğ ve Onat Kutlar’ın el sıkışmasıyla bitti. Köprüler atıldı çünkü yeni köprü artık TV ekranıydı!

Fakat kutuplaşmanın bazı zararı da olmuştur. Örneğin Sinematekçiler, Ulusal Sinemacılar’ı gerici diye köşeye itmeye çalışırlar. Israrla onlardan ayrı olduğunu vurgulayan Ö.Lütfi Akad aynı kategoriye konmaya çalışılır ve filmleri hep yanlış okunur. Bu yanlış okuma daha sonra satır arasında düzeltilir ve Akad’ın hakkı, ‘Fakat yine de görüyoruz ki Ö.Lütfi Akad’ın dikkate değer filmleri...’ vb. cümlelerle teslim edilir. (Akademik sinema yazını bu okumaları da sinema tarihimizden hala ayıklamamıştır!) 

“Genç Sinema” başlıkları işte bu kamplaşmanın sürdüğü veya daha sonraki yıllarda ortaya çıkmaya başladı. (Aynı yanlışı çoğaltmamak için bilinen bazı isimler dışında için isim vermeyeceğim!)

1970’li yılların başlarındaki “Genç Sinema” Dergisi… Dergilerine /kendilerine “Genç Sinema” adını koyarak ortaya çıkan bir grup bu isim furyanın ilk adımı oldu. Merkezdeki Sinematekçiler’in sinema anlayışına karşı daha politik bir sol siyasal tepki ile bir dergi olarak varoldular ve bir-iki film de yaptılar. 

“Militan Sinema”… Onlar da kendi adlarını kendileri koydu? Onlar da Sinematekçiler’e radikal ve samimi bir tepki olarak doğdular. Kameraları ve seyyar projeksiyonlarını alıp köylere bile gittiler. Alan taramaları yaptılar. Dergi çıkarıp ilk siyasal ve sansüre uğramış kısa filmleri yaptılar. Fakat talihsizlik odur ki, daha ‘Umut’ u çekmediği için Yılmaz Güney’i göremediler ve O’nu bir dergi kapağına, Yeşilçam konvoyunun en önünde sağa sola ateş eder haliyle karikatürize ettiler!

“1975-1980 yılları arasındaki Genç Sinema”… Yeşilçam içinde ve dışında film yapan, sinemamızın ilk senarist/yönetmen/yapımcıları olan bir kuşaktır. Bu kuşak sinemacılar Sinematekçi yazın tarafından aşkın bir övgüyle karşılandılar. Sanki Ulusal Sinemacılar’ı onlar rafa kaldırmıştı! O yüzden onlara bu ismi zamanın sinema eleştirisi verdi. Kısa sürede günlk gazete ve dergilerde ortaya çıkan ve kabul gören bu yazın daha sonra (yalnızca!) Onat Kutlar tarafından, bir-iki panelde, ‘Galiba acele ettik. Bu filmler film değil kilim oldu’ diyerek sözlü olarak geri alınan bu başlık hiçbir zaman yazılı olarak geri alınmadı. Bu yüzden sinema okullarında hala o dönemin dergileri taranarak tez yazılmaya devam ediliyor!.. 

1980’li yılların ortalarındaki “Genç Sinema”… Bir önceki kuşak bir ekol olamayınca yine sinema eleştirisi tarafından erken olarak atılan bir başlık oldular. Fakat eski hata tekrarlanmadı ve çekilen filmlerin tutarlı bir bütün olmadığı görülünce tanım da kendiliğinde sönümlendi.

Bu arada sinema eleştirisinde de birkaç nesil değişti. Dijital üretim tarzı çok alternatifli seyir alanlarını ortaya çıkarınca, film eleştiri de günlük basındaki köşe yazılarını kaybederek internete girdi. Eleştiri, kendini izleyen seyirciden koptu ve internet içinde fan’laştı. 

1990’lı yılların ortalarındaki “Kayıp Genç Sinema”… 1990’lı yılların ortalarında sinemaya devlet desteğinin başlamasıyla, destek alamayan gençler, genç sinema eleştirmenlerinin desteğini de arkalarına alarak ve yardım alan eskilere “yaşlı dinazorlar” diyerek, büyük bir gürültü çıkardı. Bunun üzerine birkaç yıl içinde 20’ye yakın genç sinemacı destek aldı ve film çekti. Sinema tarihimiz içinde hiç bir zaman 3-4 yıl içinde bu kadar genç insan ilk filmini yapmamıştı. Fakat, 
1-2 kişi yönetmen/yapımcı dışında hepsi ilk filmlerini çekmiş “genç dinazorlar” olarak tarihe karıştılar. (İncelenmeye değer bir kayıp kuşaktır!)

“Genç ‘Bağımsız’ Sinema”… 1990’lı yılların sonlarında film çeken birkaç kişilik bir grup idiler. İçlerinden birisinin “Biz genç “bağımsız” sinemacılarız” demesiyle, diğerleri de bir ekolmüş gibi algılandılar. Oysa hepsinin filmleri ayrı ayrı tellerden çalıyordu. O zaman olduğu gibi şimdi de birbirleriyle ilintilendirilemeyecek filmler yapıyorlar. Bu arada bir şirket ismi olarak ortaya çıkan ama sinema yazınında yine bir ekolmüş gibi adlandırılan “Yeni Sinemacılar” ilk filmlerinden sonra zaten dağıldılar. 

Bugün… Digital üretim tarzı ve devletin sinemaya verdiği destek son yıllarda film sayısını o kadar çok arttırdı ki, artık her yıl film çekenlerin hepsi “Genç Sinemacı”! Büyük çoğunluğu borç-harç film çekiyor, zarar ediyor ve kayboluyorlar. Sinema yazını bile bu çokluğa yetişemiyor. Eskiden bir film çeken herkes, film sayısının azlığı yüzünden, bir şekilde basında yer alırdı. Fakat geçen birkaç yıl içinde vizyona giremeyen ve basında yer alamayan onlarca film oldu. Kimin, neye göre genç sinemacı olduğu da toz duman arasında ayrılmaz oldu. Bunların son örneği de, büyük erozyondan ayakta kalan birkaç neslin gevşek bir şekilde bir arada olduğu “Genç Sinema Hareketi” oldu. Yayınladıkları birkaç bildiri ile “toplumcu” oldukları ve filmlerine salon bulamadıkları şikayeti ile sempati topladılar ama arkası pek gelmedi.

Hüseyin Kuzu

Bu yazı, yazarı ve ilk alındığı yayın organı belirtilerek, bağlığı değiştirilmeden, dileyen herkes tarafından bütün olarak izinsiz yayınlanabilir veya bir kısmı alıntılanabilir. 

1 yorum:

  1. Özellikle Genç Sinema, Yeni sinema yapmak isteyenler için özel bir yazı...
    Film çekilir...Sinema yapılır..Sayın seyirciler de artık sinema izlemek istiyor...
    Yazıktır..Çil çil pelikül bazen boşa harcanıyor...
    Röntgen filmi çekmek ayrı bir alan
    Apartman yönetmekle...Film yönetmeyi birbirine karıştırmamak gerekiyor..
    Jim Morrison da bazı filmler için "insan ruhunun diktatörü...'demişti..
    Evet Sinema...Ama İnsan ruhunun özgürlüğü için... / Fuat Onan

    Eline sağlık Hüseyin Hoca..

    YanıtlaSil