31 Aralık 2012



TARİHİ FİLM SENARYOSU DEYİNCE... (ŞÖYLE BİR DURACAKSIN !..)


T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı 2006 yılında, “Malazgirt Zaferi ve Sultan Alparslan” konulu, bir senaryo yarışması düzenlemişti. Başlığı ilk okuduğumda, yüzümü ekşitip, “Başka türlü de düşünemezlerdi zaten…”  demiştim.

Süre kısaydı ama ödülü de büyüktü. Tarih bilgime güveniyordum. Kendi kendime,
“Şuna katılayım bari” diye düşündüm. Ama aklıma ilk anda bir şey gelmemişti. Öyle olunca işler zorlaşır. Selçuklu hakkında bir film projesi taslağım vardı ama o projem bambaşka birşeydi. Yine de yıllardır biriktirdiğim arşivime ve kütüphaneme bakıp, internette biraz dolandım.  “Malazgirt Zaferi ve Sultan Alparslan” için iyi bir senaryo yazılabilirdi belki ama bu durumda bana daha fazla zaman gerekiyordu. Katılmamaya karar verdim.

Fakat konu kapanmadı benim için… Çünkü o yıllarda, Senaryo Yazarları Derneği, Sender’in yönetim kurulunda idim. Yönetim her hafta periyodik olarak toplanıyordu. Derneğe gelen bir yazıda, Bakanlık bizden jüri üyesi olarak bir temsilci istiyordu. Yazıyı okuyunca herkes homurdanmış, “Madem bir yarışma düzenlemek istiyorlar. Bari bize sorsalardı. Belki öyle daha çok katkıda bulunabilirdik… Kabul, konu yine Selçuklu olsun ama Selçuklu tarihinin acaba neresi film olur diye konuşabilirdik pekala” mealinde birşeyler konuştuk.  Bu olup-bitti, benim gibi herkesi de yormuştu.  Jüri üyesi göndermemek olmazdı ama kimse de gitmeye hevesli değildi.  Vaktimiz de olduğu için o hafta aramızdan birini jüri üyesi seçmedik. Ertesi hafta bir işim olduğu için toplantıya katılamadım. Gece gelen telefonda kuruldaki arkadaşlar bana sürpriz yapıp, beni derneğin juri temsilcisi olarak karar altına almışlar! Çaresiz juriye gidecektim artık.  Jüri zamanın sinema dairesi genel müdürü ve sinemanın diğer alanlarından temsilcilerden oluşuyordu. Juride senarist olarak sadece ben vardım.

Haftalar sonra kapı çaldı ve kargo şirketinin kanter içinde kalmış iki görevlisi, 4. kata çıkardıkları iki büyük TV kutusu içindeki senaryoları bana teslim ettiler. Onların yardımıyla kutuları koridora sürükledik.  Açtığım ilk kutudan çıkan “Katılanların Listesi”ni alıp, o kutuyu da diğerinin üstüne koyduk.

Hemen masama geçip katılanların isimlerine baktım. Listede hiç tanıdık senarist ismi göremeyince derin bir “oh” çektim. Katılmayı düşünen olmuş olsa bile, onların da benim gibi düşündüklerini varsaydım. Şimdi bu 119 senaryoyu nasıl okuyacaktım?  Jüri üyesi olduğum diğer yarışmalardan da biliyordum ki, bu metinlerin(!) bir kısmı senaryo değildi.

Bir-iki hafta kutulara elimi süremedim. Kutular koridordan her geçişimde beni rahatsız ediyordu. Bir yere de sürükleyemiyordum. Bir-iki hafta daha geçti. Bir akşam saat 18.00’de Bakanlık’tan bir sekreter aradı. Zamanın Bakanı (Atilla Koç) ertesi gün Ankara’da bizi önce bir toplantıya sonra da bir yemeğe almak istiyordu. Çok sinirlendim ama bunu sekretere nasıl anlatabilirdim? Bakan bizi emri altındaki müdürleri sanıyordu herhalde!.. Bu durumda, hemen masadan kalkıp yola çıkarsam ancak yetişebilirdim. “Ben jüri üyesiyim. Bana günler önce haber haber vermeniz gerekiyordu” dedim ve toplantıya gitmedim.

Ertesi akşam bir jüri üyesinden telefon aldım. Anlaşılan o ki, diğer jüri üyeleri de metinleri daha pek okumamış ama gönderilenlerin bir kısmının pek senaryoya benzemediğini farketmişler.  O yüzden benden bir ön eleme yapmamı rica ediyorlardı. Bu durumda mesaim biraz da zorlaşmıştı. İki hafta kadar izin istedim.

Her gün 8-10 metni masama koyup okumaya başladım. Düşündüğüm şey başıma gelmişti. O yüzden programımı değiştirdim. Önce hepsini dikkatle tarayacak, senaryo olmayanları ayıklayıp, kalanları okumaya karar verdim. Öyle de yaptım. Bana göre, yarışmaya gelenlerin yarısından çoğu senaryo değildi!

İki hafta sonra, iki liste yaptım. Kendi adıma, 65 kadar metni hiç okumayacaktım. Fakat diğer jüri üyeleri için vasat olanları dahi listede bırakıp 45 kadar metni eledim.

Ne olmuştu ve ben niye böyle yapmıştım? Bu kadar zor bir konuda(!) bu kadar çok katılım olması şüphesiz biraz da ödülün büyüklüğüyle ilgiliydi. Fakat asıl vahim şey, gönderilen metinlerdeki iki net eğilimdi?   

Birinci eğilim, tarihi bilenler (veya bildiğini sananların), yahu bu senaryo denen meret nasıl yazılır diye bir-iki senaryo kitabı veya internet derlemesi okuyup bu işe soyunmalarıydı.  Sayfa düzenlerinden belliydi hiç senaryo yazmadıkları. Güya sahne ayrımları vardı ama yoktu. Diyaloglar vardı ama çoğu nutuktu… Karakterler klişe ötesi robortlardı adeta…

İkinci eğilim ise, şu bizim okullarda okuduğumuz Selçuklular ve Alparslan değil mi, diye tarihi hafifseyen eğilimdi.  Bunu bilmeyecek ne var, diyenler (daha önce karıştırdığım için bildiğim) internetin ilk akla gelen sayfalarından tarih bilgisini tazeleyip ve gerçek tarihi kişileri alabildiğine çarpıtıp, bazı melodramlar yazmışlardı.

Değerlendirme toplantısında herkesin morali bozuktu. Genel Müdür topu ilk önce bana atınca, kendi adıma, ilk üç dereceye girecek hiç adayın olmadığını söyledim. Aslında herkes benimle aynı fikirde idi. Fakat belki de ilk kez bir yarışmadan böyle sonuç çıkacaktı. Biraz ehvenişer davranıp, bir üçüncü seçtik…

Toplantıdan sonra gittiğimiz yemekte genel müdürün içi müsterihti. Bize dönüp, “Valla sayemizde devlet de ödül paralarını tasarruf etmiş oldu” dedi.

Hüseyin Kuzu

NOT: Bu yazı, yazarı ve alındığı yayın yeri belirtilerek, başlığı değiştirilmeden, dileyen herkes tarafından,  izinsiz olarak yayınlanabilir veya bir kısmı alıntılanabilir. 











Hiç yorum yok:

Yorum Gönder